Skip to main content

Gündem sıcak. Özellikle de tasavvuf ehli insanların gündemi ziyadesi ile sıcak. Her gün farklı ve yeni şeyler duymaktan, birilerinin ağzından alınan bilgilerle, beynimizi gönlümüzü zorlayan, zaman zaman da bizi sıkıntıya sokan soruların üstümüze üstümüze gelmesinden bîzâr olduk. Çevremdeki herkes (haddim olmayarak bazen bende) aşkla ilgili bir şeyler söyleyip duruyoruz.

Peki nedir bu aşk?
Nasıl olmalıdır?
Ya da insana ne kazandırır?

Günlerdir kaynakları tarıyorum, yazılanları okumaya çalışıyorum ve anlamak için uğraşıyorum. Anadolu masallarında bir bölüm vardır. Keloğlan ya da masalın kahramanı demir asa, demir çarık yola çıkar. Az gider, uz gider, dere tepe düz gider, altı ay bir güz gider ama bir arpa boyu yol aldığını görüverir.

Aslında bu zamanın ne kadar geçici ve kısa olduğunu, ömrün çok az bir zaman diliminden ibaret, bir ikindi vaktinde güneşin zevale ermesi kadar olduğunu ifade etmek için aklı evvellerin ve erenlerin ortaya attığı güzel bir tekerlemedir. İşte aşk konusunu yaklaşık üç ya da dört aydır araştırıyorum. (Hak aşığı, hakikat yolcusu olarak bildiğimiz bir hikmet ehlinin vefatından sonra) inanın bir arpa boyu yol alabilmiş değilim. Ancak derlediklerimi, değerlendirip sizlerle de paylaşmak istedim.

Aklı erenlerden ve arayanlardan birisi derviş olmak muradıyla bir kapıya gelmiş. Ancak biraz ukalaca bir tavırla yolun sahibine “Nasıl yürünür?” diye soruvermiş. Yolun sahibi tebessüm etmiş ve “Sen hiç aşıklık yaşadın mı yârenim?” diye sormuş. Arayarak gelen, şaşırıp oturmuş bu soru karşısında. “Hayır” demiş. O vakit yolun sahibi derin bir iç geçirmiş ve “Git önce aşıklık yaşa sonra gel” demiş.

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (k.s)’ya sormuşlar; “Aşk nedir?” diye. Uzun uzun düşünmüş, hatta baygınlık geçirmiş. Oğlu Çelebi Hüsameddin Efendi telaşlanmış. Babasına ne olduğunu sormaktan çekindiği için tedirginlik içinde beklemiş. Nihayet Hazreti Pîr büyük bir teessürle sadece “Ben ol da bil… Ben ol da bil…” demiş.

Aşkın kaynağı ilâhidir. Çünkü Allah azze ve celleye iman eden her kul, muhakkak ki O’nu sever. İşte burada bu sevginin evsaf ve encamı sual edildiğinde verilen cevap “Hakkı seven kulun sevgisi imanı kadardır.” Der, kestirir atarlar bilenler.

Hâris el-Muhâsibî’ye sormuşlar: “Mü’minler muhabbetlerini ne ile arttırırlar ve öncelikleri nedir?” diye. Cevap çok net: “Kalpler, Allah’ın nimetlerini, lütfunu, iyiliğini, yardımlarını, fazlını, O’nun ayıpları örten olduğunu ve başlangıçta (bidayetinde) amelsiz mukaddes nimetlerini zikretmesidir ki, işte o zaman muhabbeti hak etmiş olur. Görmez misiniz ey insanlar alemlere rahmet gönderilen Hazreti Ahmed Aleyhisselam ne söyler: “Kalpler kendisine iyilik yapana karşı sevgi duymak üzere yaratılmıştır. Allah’ın (azze ve celle) size hibe ettiği sevgi nimetiyle O’nu seviniz.”

Peki muhabbet aşkı nasıl doğurur ya da kalbi aşka nasıl ulaştırır?

Öncelikle beşer olarak yaratılmış olan insanın kendi varlığının farkına varması ile başlar bu yolculuk. Eşref-i mahlukat olarak yaratılmış olan insan, hiçbir anının sahipsiz ve kontrolsüz olmadığının farkına varır. O andan itibaren de tekamül başlar. Allah için sevenlerin muhabbetinin aşka tevdiatı, O’nu tanıdıkları ve bildiklerinden dolayı önemsedikleri kadardır. Sıdk ve vera ile bağlanan kul, kalbi zikir ile terbiye etmeye başladığı andan itibaren, gözlerinden mahkumiyet perdesi kaldırılır.

Bu “mahkumiyet perdesi” ifadesi çok dikkatimi çekti ve ne olduğunu araştırdığımda karşıma çıkanlar çok şaşırttı. Dünya ve dünyalıklara ait ne varsa insanın ilgisini çeken, onlar insanı kendilerine mahkum ederek gözlerine ve gönüllerine bir perdenin inmesine vesile oluyorlar. Ömür boyu dünyalık biriktirmek ve arttırmak için çalışanların bu mahkumiyet perdeleri çabaları ayarınca kalınlaşmakta ve ne marifeti, ne hikmeti, ne de Allah azze ve celleye olan kulluk yakınlığını, nisbeti göremez, hissedemezler.

İşte kalbi, samimiyet ve zikirle terbiye etmeye başlayan kişi bu mahkumiyet perdesini ortadan kaldırıyor, mahcubiyet, samimiyet, teslimiyet ve nihayetinde hikmet perdelerini bir bir yerlerine oturtup onların etrafında muhabbetini olgunlaştırıyor. İşte bu olgunlukla kişinin dünyada sahip olduğu her şeyin pahasına sevgiliyi tercih etmesini ortaya çıkarıyor.

Aşk, sevgilinin huzurunda ya da gıyabında, bir an bile boşluk bırakmadan, en küçük bir tereddütte  bile mahal vermeden, zamanın en küçük diliminde bile sekteye uğramadan ve uğratmadan sevgiliye muvafakat etmektir.

Cüneyd-i Bağdâdî Hazretlerine aşk sorulur. Tebessüm eder ve der ki: “Bir türlü yaşayamadığım ve tarifini yapmaktan acziyete düştüğüm aşkı mı soruyorsunuz. Sevenin sıfatlarının yerine sevdiğinin sıfatlarının geçmesidir. Diyor ya kudsi hadiste, ‘bir kere de sevdim mi artık onun işiten kulağı, gören gözü, tutup yakalayan eli olurum.”

Hâkem el-Hârisi’yi çevresinde bulunan müşrikler yakalamışlar ve işkence ederek inkar etmesini söylemişler. Nihayet işkence altında inlemekten ve vücudundaki yaralardan bitap düşüp bayılmış. Ayıldığında müşriklerin başındaki adam “Neden bu kadar inat ediyorsun, bu kadar mı derin bir sevgin var? Marifet mi bu?” diye sorunca son nefesini harcayarak şunu söylemiştir:

“Aşk, mahbubunu murad etme dışındaki her şeyi yakan ateştir. Marifetin hakikati sadece Allah’tan olan ihsanın müşahedesidir. Aşkın hakikati ise arzu ettiğin tüm dünyalıklara karşı Allah-u Teâla’yı tercih etmendir.”

İmam Gazzâlî (rahmetullahi aleyh)’e, “Aşk nasıl olmalıdır?” diye sorulduğunda şöyle cevap vermiş: “Aşk devamlı Allah’ın zikri ve O’na olan münacat üzere olmakla beraber, sevdiğine muvafakat etmeye aralıksız devam ederek Hazreti Peygamber (aleyhisselam)’ın sünnetine tabi olarak nefes almaktır.”

Çok sevmek, aşık olmak anlamına gelir aşk. Lügatte sarmaşığa da benzetilir. Sevginin aşırı derecede olanı da sevdiği üzerine onun gibi sarmaştığı ve belki bütün hücrelerinde onu hissettiği ve öylece serpilip geliştiği için böyle bir benzetme yapılmış olabilir.

Aşkın başlangıcı bütün mutasavvıfların mutabakat kaldığı gibi “muvafakat” basamağıdır. Ondan sonra “meyil”, ardından “seven, dost, aşık” gibi sıfatlarla anılan beden, ardından “arzu” ardından “şaşkınlık” nihayetinde de “hakiki aşk” gelir. İşte burada insanın varlığı kemâlât derecesine erdiği için ortadan kalkmaktadır.

Kimi feylesoflara göre ise şöyle bir tanım ortaya atılmıştır: “Varlıkların arasında manevi ortaklıkla, müşterek ve umumi bir anlayış vardır. Bundan dolayı insan ruhu güzellik ve olgunluk sahibi olan, kemâlâta ermiş ruhlarla karşılaştığı zaman, onların sohbetini, dostluğunu, yakınlığını arzular, huyların kaynaşmasını arzu eder. Buna ünsiyetin tekamülü denir.”

Mecazi aşkın tanımını yapanların neredeyse hepsi bu tanımın sonunda ‘ilahi aşka açılan kapının eşiğine gelebilmek için mecazi aşktan geçmek gerek’ konusunda hemfikirdirler. Mecazi aşkta eserin güzelliğine vurulur insan. O güzelliğin içinde kendine bir yol bulmaya çalışır. Ancak hakiki aşkta doğrudan doğruya zâtî güzellik söz konusudur. Mecazi aşktaki eserlerin güzelliği, zâtî güzelliğin gölgesi ve dalı olduğu gibi mecazi aşkta, hakiki aşkın gölgesi ve dalıdır.

Her fert doğuştan güzel olan meyyal bir ruh sahipliği ile dünyaya gelir. Yalnız bazılarının bu tabi özelliğini karanlık bir perde örter ve hakikatin nurunun ortaya çıkmasını engeller. Zira bu perdeliler dünya ve dünyalıkla ilgili bir güzellik gördükleri zaman onun ihtişamına kapılır, kabaran iştihalarını onunla dindirmek, teskin etmek için peşinden koştururlar. Ulaşanlar heveslerini aldıktan sonra büyük bir pişmanlık ve perişanlıkla geri dönmeye ya da yeni bir arayışa girmeye can atarlar, ulaşamayanlar ise kötü bir mirasyedi gibi, kendilerine bahşedilmiş olan en kıymetli hazine olan ömür sermayesini, zaman hazinesini heva ve heveslerinin peşinde tüketip yok ederler.

Bazıları da vardır ki, mecazi aşkın şulesine kapılıp savrulurken, pervaneler gibi aşklarının ateşi ile yanmayı murad ederler. Etrafında dönüp durdukları aşk ateşi onların gönüllerindeki kesafet perdelerini yakıp tutuşturur, ortadan kaldırır. İşte o anda basiret gözleri açılarak gafletten kaçmayı başarıp sevgilinin güzelliğini idrak ederler. Bu sevgilinin ve sahip olduğu güzelliğin ancak Cenâb-ı Allah’a ait olabileceği idrakine ererler. O anda insan aklı aşkın hakikatine ermekle hem marifetlerin en güzeline sahip olur, hem de şaşkınlıkla ne yapacağını bilemez vaziyette dönmeye devam eder.

Büyük aşık Fadlullah Serahsî’ye “Aşk nedir?” diye sorarlar. Üstad: “Aşk, Cenab-ı Hakk’ın bizi büyüklük dergahının tanınmasına sebep olmak için kullanmış bulunduğu ağdır.” Diye cevap verir.

Yaptığımız kısa soluklu çalışmada ulaştıklarımızdan seçebildiklerimizi aktarmaya çalıştım. Bizden önce yaşamış aşk erlerinin hikayelerini ağzımızın suyunu akıta akıta dinliyoruz. Bizimle aynı dönemde hayatta olan aşk erlerini görüyor, “hadi canım sende bu kadar da olmaz” diyerek belki de kalbimizde hissedemediğimiz o duyguya olan hasretle ve o duyguyu yakalamış olana hasetle saçma sapan konuşuyoruz.

Bizden sonra gelecek olan gerçek aşk erlerini tanımadığımız bilmediğimiz için sadece selam olsun onlara diyebiliyoruz.

Onca okumadan ve göz gezdirdiğim kaynaklardan sonra aklımda kalan sadece şu oldu:

“Şayet gerçek aşkı bulmak istiyorsan tırnağından saçının en ince teline kadar titreyerek kendine dönmelisin. Ehl-i sünnet çizgisinde bir kâmil mürşidin dizinin dibine oturmalı, ya onun elinden tutmalısın ya da onun senin elinden tutmasına müsaade etmelisin. Konuşan, yeren, eleştiren, kendilerine göre doğru olduğunu sana duyurmak için zaman zaman bağırıp çağıran, hatta zemmeden, hakaret eden, küfreden mutlaka olacaktır. Kulak asmamalısın. Teslim olmalısın ki kurtulasın.

Bak Hazreti Yunus ne demiş:

Zikrullah eyleyip tevid etmeğe
Geçer bu eyyamlar ellere girmez
Hakkın doğru yolarına gitmeğe
Geçer bu eyyamlar ellere girmez

Sen asan et doğru yola gitmeğe
Varıp anda kara yerde yatmağa
Geceler subhadek tevhid etmeğe
Geçer bu eyyamlar ellere girmez

Aldamasın seni dünya safası
Giyesin kefen koyasın libası
Vücudun şehrinde ruhun hüması
Geçer bu eyyamlar ellere girmez

Türlü donlar ile kendin bezersin
Kitaplar okuyup sözler yazarsın
Bildim dersin niçin gafil gezersin
Geçer bu eyyamlar ellere girmez

Yunus eyder gelin imdi gardaşlar
Dökelim gözümüzden kanlıca yaşlar
Nasihatim budur size dervişler
Geçer bu eyyamlar ellere girmez

Leave a Reply