Skip to main content

Saray sinemasının büyük salonu ağzına kadar hınca hınç doluydu. Ağzına kadar diyorum. Sinema salonuna giriş kapısı tıpkı Kızıl Maske romanında ormandaki mağaranın girişi gibi açılmış bir ağıza benziyordu. Çoğunlukla kapalı gişe oynandığı gün patlakçı Rasime “salon nasıl?” diye sorduğunuda hep aynı cevabı alırdınız. Elini ağzına götürür kapatırdı. Bu “Ağzına kadar dolu” demekti. Çünkü Patlakçı hiç konuşmazdı. Kelimeleremi küsmüştü, yoksa kelimeler mi ona küsmüştü belirsiz. Ama cümleyle hiçbir bağlantısının olmadığı kesindi. Mecbur kaldığında bir kelime, o da üç gündemi olur, bir haftadamı, bir aydamı bilinmez. Hasan konuşma konusunda çok tutumlu ve israfı sevmezdi sanki.

Kısa boylu, tıknaz, boynu omuzlarına sürekli olarak gömülü duran, hafif kambur, kalın, genizden ya da daha geriden gelen sesiyle gece ya da gündüz Rasim’in sesini, saray sinemasının önünde duymanız her daim mümkündü. Kendine has üslubuyla “Patlaksiiiiyyyy” diye bağırırdı. Patlak dediği mısır patlağı idi. Sadece onu satardı. Eskiden şişe suları bu kadar yoğun satılmadığı ve şehrin her köşesinde mutlaka sokak çeşmeleri, bu çeşmelerin kenarlarında zincirlere bağlı alimünyum ya da bakır su tasları olduğu için insanlar sularını bu çeşmelerden içerdi.

Su yine satılırdı ama her köşe başında, her sokakta, adım başı her yerde şimdilerde pet dediğimiz şişelerde satılan sular yoktu. O zaman şehirler arası otobüslerde de sular halkın “laylon” dediği plastik poşetlerde, yanında pipetle verilirdi. Pipeti poşete batırır, suyu son damlasına kadar somurur, sonra poşeti buruşturup koltuğunuz hemen yanında bulunan sabit plastik çöp kovasına atardınız. Sefer uzunsa muavin iki ya da üç defa bu kovaları büyük bir torbaya boşaltır, temizlerdi. Eskiden muavinler daha yoğun çaba sarfeder ve hiç durmazlardı. Su istediğiniz zaman da şimdikiler gibi yüzlerini buruşturup “Ne suyu be baba otur işte oturduğu yerde” der gibi insanın yüzüne bakmazlardı.

Kim olduğunu, nereden geldiğini, nereli olduğunu kimse bilmiyordu Rasimin. Ama tüm şehir onu Saray sineması ile bir sanmıştı. Sanki binanın bir parçası gibi ya da binadan caddeye doğru, sonradan eklenmiş kaçak bir çıkıntı gibi. Salonun içinde büfe vardı. Bayat bisküviler, Niğde, Ankara, İstanbul, Poyraz, Bolu gazozları satılırdı. Beyaz leblebi, fındık, kabuksuz fıstık, simit, çay, sakız, tezgah altından kaçak sigara da satılırdı ayrıca. Sadece mısır patlağı Rasime has bir yiyecekti sinemada. Büfe bunun için mısır patlağı satmazdı. O zaman mısır patlakları şimdiki özel karton mısır patlağı kutularına konulmazdı. Çünkü öyle kutular yoktu. Bildiğimiz kesekağıtlarına doldurulur verilirdi. Hatta Rasim kesekağıtlarını da kendisi yapardı. Çoğunlukla sinemada unutulmuş eski gazetelerden, bir parça ıslatılmış un tutkalı ile yapılmış kesekağıtları idi bunlar ve çokda sağlam olurdu.

Zamanla Rasim tezgahına mısır patlağının yanına çitlek de koydu. Bir torba tuzlu, bir torba tuzsuz. Gazete kağıdından ya da günü geçmiş ders kitaplarından yaptığı külahlara koyup veriyordu isteyene. Bir külahı, kızlı elli kuruştu. Patlağın bir paketi de bir liraydı. O eski bir liralardan. Bir yüzünde Mustafa Kemal’in kabartma siliuetinin olduğu, diğer yüzünde ortasında kocaman bir rakamının ve etrafında çiçek çelenkleri ile süslenmiş, alt kısmındna tarih, hemen üstünde yazıyla Türk lirası yazan demir bir lira diye tarif ettiğimiz, bizim için kıymetli para olan bir lira.

Otobüse binerdik mesela bir liraya. Demir kutular vardı kumbara şeklinde ve hayli büyüktü bunlar. Günde iki kere belediye binasının hemen yanındaki para merkezinde boşaltılırdı o demir kumbaralar. Akşama kadar belediye otobüsüne binen siviller yani büyükler bir lira atardı o kutuya, küçükler yani talebeler kızlı elli kuruş.  

O zamanlar sinemalar şimdiki gibi modern, havalandırmalı, Dolby streo ses sistemli lüks salonlar değildi. Kapısından girdiğiniz andan itibaren yüzünüze çarpan ağır bir rutubet kokusu, ara seansta girmişseniz, içerde olanlardan arta kalan yine ağır bir insan kokusu karşılardı sizi. Ara sıra kalın, ıslak telis çuvalın telle sarılarak T şeklindeki bir tahtanın üzerine geçirilmiş paspasla bir kere gidilip, bir kere de gelinerek, patlakçı Rasimin adına temizlik dediği işlemin yapıldığı, zeminin rengi siyaha yakın griye dönmüş bir vaziyette yüzünüze sırıtır dururdu. Çatlaktı yer yer. Beton çatlağı. Yıllardır aynı yerdeki çatlak, sinemanın dış kapı girişinden salon girişine kadar aynı kıvrımda durmuştu da bir kere bile müdahele edilmemiş, üstü kapanmamıştı. Kimi zaman o boşluklara sigara izmaritleri atılırdı ya da yere atılan izmaritler oralara, o beton çatlağının arasına girerdi. Rasim onları kendi icadı olan kalın bir inşaat demirinin kıvırdığı ucuyla dışarıya doğru kanırtır ve çıkartır, sonrada ayağı ile kapının dışına doğru vurup atardı. Bu iş için süpürge kullandığını gören olmamıştı. Hatta sinemada süpürge varmıydı onu da bilen yoktu.

Sinema sahibinin ismi Aptal Hasan’dı. Bu aptal ifadesi orta Anadolu’da Roman ve çingenelere verilen lakabtı. Esmerdi Hasan, ağzının sağ tarafında üç tane altın dişi vardı ve güldüğü zaman bu altın dişler olduğu gibi ortaya çıkardı. Hasan bunlarla övünürdü. Birisini babasının hatırasına, diğer ikisini de dedesi ve nenesinin hatırasına yaptırdığını söylerdi her fırsatta.

Dedesi Sünnetçi Bulduk diye bilinirdi . Yıllar önce ölüp gitmesine rağmen kışla caddesindeki herkesi, hatta şehirdeki amir, memur, esnaf yayvan halk herkesi onun sünnet ettiği anlatılırdı. Hasan dedesinin siyah beyaz bir fotoğrafını büyütüp sinemanın girişinde görünen bir yere astırmıştı. Film afişi gibi. Altına da büyük harflerle baskılı olarak “Sünnetçi Aptal Bulduk” diye yazdırmıştı. Sinemaya gelen herkes önce o resimle karşılaşır, kim olduğunu okur, sanki gelecek hafta ya da pek yakında afişi gibi o çerçeve orada asılı dururdu öylece.

Her sabah saat sıfır dokuz buçukta mutlaka açılırdı sinema. Rasim açardı sinemayı. Hiç aksatmaz tam vaktinde gelirdi. Evet Tam dokuz buçukta sinemanın bir tarafı sağa, bir tarafı sola kayan, kayarkende pasından, eskiliğinden ve sürekli yağlanmasına rağmen demirin demire sürtmesinden mütevellit insanın içini bir acaib eden ince bir gıcırtı ile açılırdı. Sonra kapıda durur anahtar elinde gözlerini yumar aptalların piri Dede Sefer’e dua okur ve ondan himmet ister, sonra da kilide anahtarı sokarak “bismillah” diyerek sinemayı açardı.

İlk işi hemen o kirli ve en az altı ayda bir yeni teliz çuvalla değiştirilen paspası tuvaletin çeşmesinde etrafa sular sıçratarak ıslatır iyice sıkar ve girişteki beton zemini paspaslardı. Dudağının kenarına oturttuğu çoğu zaman sönmüş, ama sanki dudağına yapışmış gibi duran sigarasıyla o işi bitirdikten sonra sinemanın önünü süpürür, Hasanın zaman zaman oturduğu sandalye ve masayı çıkarır, üzerine yıllanmış koyu kahverengi, üstü kare desenli muşambayı serer, sandalyeye sağından solundan samanlar fışkıran ot minderi oturtur, sanki şehzadenin tahtını hazırlarmışçasına ehemmiyet gösterirdi.

Sonra kendisi sinemanın sağ yanında bulunan afiş panosunun altına çöker sırtını duvara verir, iç çebinden çıkardığı filitresiz birinci ciğara paketini çıkarır, içinden bir cigarayı alır, sertliğini hafifletmek ve çektiği nefesi kolaylaştırmak için işaret parmağı ile baş parmağı arasında sigarayı incitmeden, yavaş hareketlerle yukarıdan aşağıya doğru hafifçe yuvarlar, sonra kirden ve yağırdan parlayan yeleğinin yan cebinden, dut dalından yapılma ağızlığını çıkarır yumuşattığı cigarayı ağızlığa oturtur, düzeltir, sonra diliyle ağızlığın dibinden cigarının ucuna kadar hafifçe ıslatır, dudağının sağ kenarına inceltilmiş ağızlık ucunu kondurur, cebinden çıkardığı kav marka kibritiyle cigarayı yakar derin bir nefes çekip birkaç saniye içinde tuttuktan sonra ağzından ve burnundan koyu bir duman halinde bırakırdı.

Tam da bu sırada yan taraftaki büfeci sadığın garsonu, sallama üç ayak tepside cam bardak çayı getirir “Tavşanın beklememiş, taptaze kanı bunlar Rasim abi” diye burnunun ucunda sallar ve çayı verirdi. Sonra da eğilir “Parça varmı bugün parça, filmin arasına parça atacakmısınız” diye sorardı sessizce.

Rasim ilgisiz gözlerle yeni yetme tıfılın yüzüne bakar, ağızlığı tuttuğu sağ elinin baş parmağıyla başının üzerindeki afiş panosunu gösterirdi sessizce. Konuşmazdı. Sanki söyleyeceği her şeyi bitirmiş, artık konuşacak bir şey kalmamış, kelimelerin köküne az önceki kav kibritin sıvı halinde , kibrit suyu iken kova kova döküpte kurutmuş gibi susardı sadece. Evet sadece susardı ama mısır patlatmaya başladığı zaman ara ara o genizden gelen hırıltılı ve kalın sesiyle “Patlaksiyyyyy” derdi. Bitmeyen, geride kalan sadece o kelimeymiş gibi, sanki başka söyleyecek bir şeyi yokmuş gibi yanlızca onu söyler ve yine susmaya, hemde derinden derine susmaya devam ederdi.

Büfeci Sadığın garsonu Rasimin susuşuna ve her seferinde parmağı ile başının üstündeki film afişini göstermesine hep sinir olurdu. “Gıcığın tekisin hacı, gıcığın teki, söylesen ne olur sanki” der sonra başını kaldırıp afişe bakar ve ustasının büfenin camından başını çıkarıp “Ulan oğlum takılma şu aptala ya” diye bağırdığını duyar duymaz koşturarak boşları toplamaya giderdi.

Rasim büfeci Sadığın aptal deyişine kızmazdı hiç. Aptaldı işte kime ne? Aslında kimseye kızmazdı. Mısırı karılar pazarında aktar Musadan alırdı hep. O da Rasime cinganoğlu derdi. Ona da kızmazdı. Dahası hiç konuşmazdı onunla. Mısır almaya ayda iki kere gider, her seferinde beş kilo mısır alırdı. Karılar pazarının peynirciler kapısından girince altı dükkan ilerdeydi aktar Musa’nın dükkanı. İyi adamdı aslında ama gırgırı şamatayı çok severdi. Her seferinde Cinganoğlu dediği Rasimin ne alacağını, ne kadar alacağını bildiği için sessizce onları hazırlar, Rasimin uzattığı parayı alır, üstünü verirken de “Ülen Rasim amma ganarasın be” diye sırıtır, sonra da sinsi bir şekilde biraz daha yaklaşarak “guş ötüyor mu len guş. Vay dabış vaaay” diye gevrek gevrek gülerdi.

Rasim soğuk, donuk ve hissiz bakışlarla Aktar Musanın yüzüne bakar sırtına vurduğu beş kiloluk mısır torbası ile dükkandan çıkıp sinemaya doğru yürümeye başlardı. Aktar Musa her seferinde olduğu gibi onun arkasından bağırırdı “Üleeeyn gızdın mı, gızma yavrım gızma, Musa dayın sana kuş öttüren otu da virsin olsun bitsin.” Sonra da gülerek arkasından bakardı.

Zavallı Rasim diye düşünürdü Karılar pazarı esnafı. Herkes tanırdı onu. Çünkü o pazardaki herkesin yolu mutlaka Saray sinemasının önünden bir kere geçmişti. Her geçenin gördüğü gibi onlarda Rasimin kendine has sesiyle “Patlaksiyyy” haykırışını duymuşlardı. Onun dışında kimseye ne cevap verdiğini ne de muhatap olduğunu duyan gören yoktu. Öyleydi işte.

O kış hayli sert geçmişti. Rasimin artık dizleri eskisi gibi sağlam değildi. Ayakları da üşür olmuştu, kimin verdiğini bilinmeyen kalın bir Rus paltosu vardı sırtında. Kirli. Yakaları yağır olmuş, kirden parlak parlak. Ayağında da Bozkır’lıların kış ayaz günlerde yazıya yabana giydikleri, kahverengi keçe pantolonu olurdu. Hani giyince ister istemez insanın derisini, tenini yiyen. Altına mutlaka kalın bir potur giymeniz gereken cinsten. Ama tank gibi derdi giyenler. Sıcak tutardı adamın bacaklarını ve soğuğun içeri geçmesini engellerdi. Adı üstünde keçeydi. Sık dokunmuşundan.

Kalındı ve giyen insanın hareket kabiliyetini sınırlardı ama Rasim memnundu halinden. Her ne kadar onu giymesine, altına kalın beyaz potur giymesine ve üzerine iki kat çorap giyerek dizinin altına kadar “laylon” poşetler ve sebze kasalarının kenarından aldığı pamuk iplikleri ile koruma kalkanı yapmasına rağmen kaval kemiklerinin içi üşüyordu.

Erken inmişti kar. Hemde ne kar. Lapa lapa yağmıştı sabaha kadar. Şehir beyazlara bürünmüştü. İşte her yeri kapatmıştı ama durmuyordu. Yağıyordu. Sanki kıyıda köşede açık yerler kalmışta oraları da kapatma çabasındaydı yağan karlar. Rasim bu kara ve yoğun tipiye rağmen gelmiş aynı saatte sinemayı açmıştı yine. Müşteri olmazdı bu aylarda ama açılmalıydı sinema. Aksamamalıydı. Rasimin işi oydu çünkü. Yaz kış, kar, yağmur, çamur demeden açılmalıydı o kapı. Evet ağzına kadar dolmuyordu kış aylarında on bilemedin on beş kişi biletli, kalan birkaç kişisi de kaçak seyirci idi.

Filmler avantürdü. En iyisi beş altı yıllık filmdi. Hem daha ucuza getiriliyor, hem de şeritte bir aksaklık olduğu zaman tazminat ödenmiyordu. Çünkü makinist Necmi’nin ayık olduğunu kimse görmemişti. Makine dairesinde yaşardı adeta. Rasim ne zaman gelse girişi sinemadan bağımsız olan Makine dairesinin kapısındaki kilidin alındıığnı görür, Necmi gelmiş diye düşünürdü. Adam uyumuyormuydu, yoksa makine dairesindemi yatıyordu, ya da ecinnimiy di bilinmez. Ama her daim Rasimden önce gelir, ondan çok sonra bırakır giderdi.

Yılların makinisti iti. Konuşkan, çenesi düşük bir adamdı. Ne komedyenler görmüştü o, ne artisler, ne aktristler görmüştü. Hey babam hey. Borumu. Vahi Öz, Bedia Muvahhit,  Danyal Topatan, Şekir Özcan, Ahmet Kostarika, Altan Günbay, Aliye Rona, Hüseyin Peyda, Hüseyin Baradan… daha kimler kimler geçmişti onun tezgahından. Yani makinesinden, makaralar halinde. O tezgah derdi. Kadehinden bir yudum aldıktan sonra elinin tersiyle burnunu siler, montajını yaptığı filmin bantlarının yapıştırırken bir eliyle de emektar thompson film makinesine eliyle vurur, “Bunun tezgahından kimler geldi kimler geçti” diye övünürdü.

Yine erken gelmişti. Yine Rasimden önce gelmişti. Rasim sinema salonuna girdiği zaman derin ve keskin bir soğuk karşıladı. Kış aylarında hep yaşardı bunu, dışarısı buradan sıcak olurdu neredeyse. Karlı buzlu da olsa o rutubetin arttırdığı soğuk iliklerine kadar işlerdi. Çoğunlukla kış aylarında haftada bir paspas yapar, onda da paspası tam ızlatmazdı. Çünkü sıçrayan su üstünü de ıslatırdı. Akşama kadar kurutmaya uğraşırdı ondan sonra. Keçe bir su aldımı, kurumazdı hem de suyu bırakmazdı bir türlü. Öyle işte.

O gün de bu soğukla karşılaştı salona girdiğinde. Bezgin hareketlerle her zamanki işlerini yaptı, sonra tenekede yaktığı kömürü kapının dışına çıkarmadan içerde biraz ısınayım diye başına oturdu ellerini ateşe doğru uzattı. Bir yandan ateş yalımları, bir yandan da tenekeden ortalığa yayılan duman. Yavaş yavaş içi ısınıyordu Rasimin.

Kimden duymuşsa duymuştu ya hatırlamıyordu. Zihninden geçirdi yine “Türk gözünden ısınır aga” diye. Dudakları kıpırdamadan, kenarında duran ağızlığı ığranmadan kendi kendine sessizce, içinden konuşuyordu. Ağır ve derin bir uyku sarıvermişti her yerini. Yine zihninden sessizce ve sadece kendi içinin duyacağı kadar “Bırakıverseler şu soğuk betonda bi uyusam aga” diye düşündü. Sırtını duvarın köşesine verdi, tenekeyi bacaklarının arasına doğru yaklaştırdı, kollarını göğsünde birleştirdi, kapandı iyice kalın rus paltosuna ve oturduğu yerde uyuklamaya başladı. Az sonra gözleri kapanıvermişti.

Aslında kaloriferleri vardı sinemanın. Eski demir döküm kalorifer petekleri de sıra sıra döşenmişti. Bir zamanlar şehirde oturan memurların, Ermenilerin ve rumların sürekli geldiği bir yerdi burası. Güzel filimler gelir, onlarda ailecek gelip sinema seyrederlerdi. Zamanla onlar şehirden taşınmış, şehir taşradan gelenlerle dolmuştu. Sinema da eski albenisini kaybetmişti. Avantür filmler oynatır, araya atılan parçalarla seyirci toplanmaya, birkaç kuruş döndermeye çalışırdı sahibi. Rasim, Aptal Hasandan önceki sahiplerini de biliyordu sinemanın. Aptal Hasana gelinceye kadar neler yaşadığını da. Bir süre gaz deposu olmuş, sonra zahire anbarı yapmaya kalkışmışlardı. İşte o sıra Hasan talip olmuş, dedesinin belediye başkanının nezdindeki hatırına binaen sinema ona tevdi edilmişti. (belediye başkanını da sünnetçi aptal bulduk sünnet etmişti)

Rasim bunları düşünürken derin bir uyku hali gelmişti üzerine. Gece de üşümüştü. Evde pencerelere gerdiği naylon perdeler kışın pek korumuyordu evin içini. Mangal yakıyor, bulursa yakacak, sobayı tutuşturuyor, sağdan soldan odun toplayıp götürüyordu ama kış boyu çoğunlukla titreyerek geçiriyordu. Ayda bir iki kere gittiği sultan hamamında ısınıyordu kemiklerine kadar. Ona da hamamcı belli bir saatten sonra kapatıyoruz aga dediği için çıkmak zorunda kalıyor, tekrar o soğuk ve üşüdüğü ev dediği viraneye dönmek zorunda kalıyordu.

Ayaklarını biraz daha topladı, kolları ile biraz daha sardı kendini, biraz daha büzüştü. Mangalın ateşi de yüzüne yüzüne vuruyordu ne güzel, dumanlarda çıkıyordu, üstü başı is kokacaktı ya çok da önemli değildi. Diğer tüten kokuların yanında is kokusu halis izmir tütünü kolanyası gibi kokardı.

Kalkıp patlak makinesini çıkarmalıyım, kapının önünün karını temizlemeyelim, paspas çekecem bi daha, sular donmasın diye damlatacam muslukları diye düşünürken gözleri kapanmıştı. Derin bir uykuya daldı.

Hasan içeride uykuya dalarken dışarda kışın gökyüzü ve yer yüzü birleşmiş uyanmak için hazırlık yapıyorlardı. Önceleri hafiften esen rüzgar sonra fırtınaya, sulu kara, daha sonra da tipiye çevirdi ama ne tipi. Şehir şehir olalı böyle soğuk, böyle tipi görmemişti.

Pencereden dışarıyı seyreden Aptal Hasan tipiyi görünce sinemaya gitmekten vazgeçti. Sıcacık sobanın başında oturmak, karısının demlediği çayı yudumlamak, çocuklarla oynamak daha keyifli gelmişti. Belki ilerleyen saatlerde karısıyla….

Büfeci Sadıkda gelmemişti o gün. Tipiden dolayı. Garsonu zaten komşunun çocuğuydu her sabah birlikte geliyorlardı. Sabahın erken saatinde kapısını çalmış usta gitmiyormuyuz diye sormuştu. Rasim, bu tipide gelen giden olmaz oğlum. Yat aşşa deyip gitmeyeceklerini söylemişti.

Aktar Musa’da açmamış, onun gibi karılar pazarındaki bir çok esnaf soğuk ve tipiden dolayı dükkanlarını açmamışlardı. Şehir sanki tipiden dolayı evlere çekilmiş, uykuya dalmıştı. Çarşının merkezinde Güdüğün fırını açılmıştı. Oda günlük ekmeğini pişirmek için açmıştı. Zaten kışın başından bu yana üç kalfa fırının üstündeki boşluğa serdikleri şiltelerde yatıyorlardı soğukla bir sıkıntıları yoktu. Geceden hamuru yoğurmuşlar, bezeleri hazır etmişler, sabahta fırını harlayıp ekmekleri pişirmeye başlamışlardı. Karda olsa, tipi, boran, fırtına da olsa bu insanoğlu ekmek almaya gelirdi, gelecekti. O yüzden hazır etmeleri lazımdı.

Tipi tam iki gün sürdü. İki gün boyunca zemheri soğukları akıl almaz bir şekilde sanki şehiri esir almıştı. İnsanlar evlerine kapandılar. İkinci gün de sadece Güdüğün fırını açılmıştı. Buğday pazarı, karılar pazarı, çıkrıkçılar içi, uzun bedesten, cami önü meydan, cingenoğlu fırını, asker Ahmetin yeri daha bir çok yer ikinci gün hiç açılmamıştı. Yığılan karın temizlenmesi için belediye işçileri de soğuktan dışarıya çıkamamışlar, belediye tatil vermişti.

Belediye başkanının emriyle gece bekçisi Nazmi dayı belediye apörlesini açmış ve duyuru yapmıştı. “tikat tikat. Ey ahali duyduk duymadık dimen. Savuğun yüzünden ohullar, iresmi dayireler tatil. Bi doğum evi açık, bi de millet hastaanesi. Tikat tikat…..”

Duyulmuşmuydu, duyulmamışmıydı bilinmiyordu ama ilan yapılmıştı ve tatil verilmişti. Neredeyse bir hafta boyunca insanlar çok seyrek dışarıya çıktılar. Tipi durmuş, kar durmuş, soğuk biraz kırılmıştı. Nihayet Büfeci Sadık ve diğerleri işyerlerini açmışlar, sanki aylardır ayrı kalmışlar gibi sevinçle işlerinin başına dönmüşlerdi.

Aptal Hasan’da dört beş gündür gelmediği sinemaya koşturmuştu. Arabası yerdeki buzdan dolayı yürümemiş, Hasan da kendi ayakları ile yürüyerek Kutu caminin ordaki mahallesinden, Saray sinemasına kadar yürümüştü.

Sinemanın kapısı açıktı. Kendi kendine tebessüm etti ve mırıldandı. “Ülen Rasim ne biçim adamsın sen. Gar, gış, tipi, boran dimiyon açıyon ha şu meret yiri” diye. Kapının önünde kara belenmiş ayaklarını yere vurarak silkeledi. Paçalarına suvaşmış karları kapı önünde bıraktı ve içeriye girdi. Girişin hemen ilerisinde salonun ağız kapısının yanındaki köşede Rasimi büzüşmüş, kollarını göğsünde birleştirmiş, öylece iki büklüm otururken gördü. Önünde mangal vardı ama içindeki ateş söneli çok olmuştu. Aptal Hasan seslendi “Patklakçı napıyon dayı sen ya?” Rasimden hiç ses gelmeyince yanına kadar yürüdü. Elini mangalın üzerine tuttu, üşüdüğü için ısıtmak amacıyla ama içi üşüyüverdi birden. Mangal buz gibiydi, donmuştu sanki.

Omuzuna dokundu aptal Hasan Rasimin, “Rasim baba, napıyon sen yaaa.” Sert bir soğuktu elinde hissettiği Hasanın omuzundan. Başını önüne eğdiği ve burnunu yakasına gömdüğü için yüzünü de göremiyordu. “Patlatçı, leeeyyn” diye daha sert seslendi ama yine ses alamadı. Korktu birden Hasan. Yüzü gözü değişti, eli ayağına karıştı, geri geri hızlı bir şekilde sinemadan çıkmaya çalıştı. Rasim ilk paspas yaptığında ıslak kalan yer donmuş kayganlaşmıştı, ayakkabı tabanları kaymazdı hasanın, öyle diye almıştı ama geri geri korkuyla giderken birden kaydı ve yuvarlandı yere. Telaşla kalktı kapıdan nasıl çıktı büfecinin oraya nasıl gitti bilmiyordu. Korku, telaş ve bilinmeyeni anlatmanın verdiği sıkıntı ile, sinemayı gösterip “Rasim, patlakçı, öylece oturuyor, hiç cevap vermiyor” deyiverdi. Büfeci Sadık, Aptal Hasanın yüzünü görünce zaten korkmuştu. Telaşla tezgahın arkasından çıktı, sinemaya girdi. Rasimin yanına gitmesiyle tekrar çıkması bir oldu.

Çevirmeli telefona sarıldı ve Belediye hastahanesini aradı. Hemen bir ambulans istedi. Ondan sonraki akış çok büyük bir hızla gelişiverdi. Gelen ambulans hasanı açamamış, oturduğu şekliyle sedyeye oturtup üstüne kalın bir battaniye atmışlar ve öylece ambulansa almışlardı. Hasan oturduğu yerde uyumuş, uyuyunca da soğuktan donarak canını vermiş, hayatını kaybetmişti.

Cenazesi çok kalabalık oldu. Patlakçı ölmüş diye duyan ve onu Saray sinemasının önünde görüp tanıyan, bilen herkes mezarlığa koşturmuş ve hasanın cenazesine katılmıştı. Kimsesi yoktu. Tüm eşyaları Aptal Hasana bir torba içinde verilmişti. Eski püskü elbiseleri, eskimiş, derisi yüzülmüş, sağından solundan patlamış bir cüzdan bir de fotoğraf.

Ortada bir sandalye, sandalyede saçlarının önü görünecek şekilde çiçekli bir başörtüsünü çenesinin altından kelebek bağlamış çok güzel genç bir kadın, kadının hemen omuz gerisinde, eli kadının omuzunda takım elbiseli, bıyıkları dudaklarının kenarlarından çenesine doğru ince ve düzenli bir şekilde inerek hilal oluşturmuş bir delikanlı. Kadının kucağında da henüz bir buçuk yaşlarında sevimli bir erkek çocuğu.

Aptal Hasan resmi uzun uzun incelemiş sonra da arkasını çevirmişti. Mavi tükenmezle yazılmış bir not vardı.

“Kader bu bilinmez…”

Leave a Reply